1. GÜZEL SANATLAR İÇİNDE EDEBİYATIM YERİ

BİLİM VE SANAT
İnsanoğlu ilk günden beri evreni, kendini, olay ve olguları algılama ve algıladıklarını diğer insanlarla paylaşma ihtiyacını hissetmiş; bunun için farklı yollar bulmuş, çeşitli yöntemler geliştirmiştir. Bunların en önemlileri hiç şüphesiz bilim ve sanattır.
A. BİLİM
Bilimi "evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğedayanarak yasalar çıkarmaya çalışan, bunu düzenli bilgi haline dönüştüren çalışmalar bütünü" olarak tanımlamak mümkündür. Bilim, yüzyıllar süren bilimsel bilgi üretme sürecinde kendi niteliğini, geleneklerini ve standartlarını oluşturmuştur. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1.Bilim olgusaldır. Çünkü doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak gözlenebilen olguları ve olayları konu edinir. Örneğin maddenin hal değiştirdiğinde kütlesinin sabit kalması olgusal bir durumdur. Bu durum maddenin hal değiştirdiği her tepkimede gözlemlenebilir.
2.Bilim mantıksaldır. Çünkü ulaşılan sonuçlar her türlü çelişkiden uzak olup birbirleriyle tutarlıdır. Bilim mantıksal düşünme sürecinde "tümevarım" ve "tümdengelim" yaklaşımlarından yararlanır.
3.Bilim objektiftir. Ancak bilimdeki objektifliği, mutlak anlamda değil, sınırlı ve özel anlamda bir objektiflik olarak algılamak gerekir. Bu da, bilimsel nitelik taşıyan her sonucun, belli kişi ya da grupların tekelinde değil, kamunun soruşturmasına açık ve elverişli olacak bir biçimde ifade edilmesi demektir.
4.Bilim eleştiricidir. Bilim ne denli akla yatkın görünürse görünsün, ileri sürülen her iddia karşısında eleştirici yaklaşımdan vazgeçmez. Bilimdeki her kuram ya da görüş, olgular tarafından desteklendiği sürece "doğru" kabul edilir. Yeni olguları açıklama gücü gösteremeyen ya da bazı gözlem verilerinin doğrulamadığı bir kuram, daha önceki statüsüne bakılmaksızın eleştirilir.
5.Bilim genelleyicidir. Bilim tek tek olgularla değil olgu türleri ile ilgilenir. Elde edilen sonuçlar genel olarak ifade edilir. Örneğin yerin çekim gücünün olması, tek tek olguları değil kapsamı sınırsız olgu sınıflarına ilişkin özellikleri ifade eder.
6.Bilim seçicidir. Bilim evrendeki olup biten bütün olguları değil, önemli gördüğü olguları konu edinir.
7.Bilim birikimli bir süreçtir. Yeni bilgiler daha önceki bilgiler üzerine inşa edilir. Bu durum bilimde devamlılığı ve gelişmeyi sağlar.
8.Bilim evrenseldir. Bilim adamı yaptığı deney, gözlem ve elde ettiği bulguları, diğer meslektaşları tarafından doğruluğunun kontrol edilebilmesi ya da araştırmanın aynen veya kısmen tekrarlanabilmesi düşüncesiyle açık seçik raporlaştırır.
B. SANAT
İnsanlık tarihi boyunca pek çok kişi sanatı kendine göre tanımlamıştır. Bu tanımların ortak noktalarından yola çıkılarak şu söylenebilir. Sanat, insanların, kendileri ve doğa karşısındaki duygu ve düşüncelerinin çizgi, renk, biçim, ses, söz ve ritim gibi unsurlarla güzel ve etkili bir biçimde ve kişisel bir üslupla ifade edilmesidir.
Türkçede iyi ve güzel yapılan her iş için "sanat" sözcüğünden yararlanılarak "askerlik sanatı", "güzel konuşma sanatı" gibi söz öbekleri oluşturulmuştur. Bu sözlerde "sanat" sözcüğünün yer alması aslında sanatın özelliklerine ilişkin ipuçları da vermektedir. Bir iş ya da hareketin, güzel, gelişmiş ve etkileyici bir biçimde görünmesi, onun bir sanat olarak algılanması sonucunu doğurmuştur. Bu, şu demektir: İnsan yaptığı işi ne kadar yüceltebiliyor, ona estetik bir parıltı katabiliyorsa, sanat olgusuna da o kadar yaklaşıyordun Yani sanatın ayırıcı özelliklerinden biri, onun günlük, basit ve sıradan şeylerin üstünde olmasıdır.
Sanatçıyla bilim adamı arasındaki farkı anlatmak için bir örnek verelim. Bir gök olayı olan "yıldırım" karşısında bilim adamının tavrı, bu doğa olayının nedenlerini araştırmak, bundan korunmanın yollarını bulmaya çalışmaktır. Bilim adamı bu duyarlıkla çalışarak paratoneri bulmuş ve bunun etki alanını formüllerle ifade etmiştir. Ama bir sanatçı, "yıldırım"la bu şekilde ilgilenmez. O, dış dünyadan algıladıklarını kendi sanatsal gerçekliğinde yeniden oluşturur. Bir şair sözcüklerin çağrışım gücünden, dilin anlatım olanaklarından yararlanarak kendi duygu ve hayallerini dile getirir. "Yıldırım" sözcüğü de şair için bu noktada bir ileti aracı, bir ifade birimi olur.
Tolstoy, "Sanat, insanın bir zamanlar yaşamış olduğu duyguyu, kendinde canlandırdıktan sonra, aynı duyguyu başkalarının da hissedebilmesi için hareket, ses, çizgi, renk veya sözcüklerle belirlenen biçimlerle ifade etme ihtiyacından doğmuştur." der.
İnsanoğlu, duygularını ve düşüncelerini sesler, çizgiler ve renklerle simgeler halinde şekillendirmeye başladığı andan itibaren, sanat eserleri de oluşmaya başlamıştır.
Her sanat eseri, insanla ya da insanın içli dışlı olduğu bir şeyle ilgilidir; belli bir varlığı anlatır, ondan bir kesit ortaya koyar. Bir resim, belli bir tabiat parçasının resmidir ya da bir insan görüntüsüdür; bir tiyatro oyunu, belli olayların canlandırılmasıdır, bir şiir ya da müzik parçası, ya doğanın ya da insan ruhunun estetik bir anlatımıdır.
SANATIN SINIFLANDIRILMASI
Sanat genel olarak iki gruba ayrılır: Endüstriyel sanatlar (zanaat), güzel sanatlar.
İnsanların maddeye dayanan gereksinimlerini karşılamak için yapılan, öğrenimle birlikte deneyim, beceri ve ustalık gerektiren işlere "zanaat" denir. Dokumacılık, kuyumculuk, kunduracılık birer zanaattır.
Edebiyat, müzik, resim, heykel, mimarlık, tiyatro vb. insanda coşku ve hayranlık uyandıran sanatlar ise güzel sanatlar olarak adlandırılır.
Zanaatkar, maddeyi, faydalı olsun diye; güzel sanatlar alanında eser veren bir sanatçı ise güzel ve özgün olsun diye işler. Bu amaç farklılığı güzel sanatlarla zanaatlar arasındaki ayrımın en yalın ifadesidir. Sanatın endüstriyel sanatlar ve güzel sanatlar şeklinde sınıflandırılmasında temel etken, ortaya çıkacak üründe yaratıcılığın, özgün bir ifade edişin, biriciklik niteliğine sahip oluşun bulunup bulunmamasıdır. Söz gelimi, bir heykeltıraş da ağaca biçim verebilir, bir marangoz da; fakat heykeltıraşın ağaca biçim verişteki ifade tarzı ile marangozun biçimlendirmesindeki ifade tarzı aynı değildir. Heykeltıraş, biçimlendirmesini alışılmışın dışında, yeni ve özgün bir biçimde yaparken, marangoz alışılmış, bilinen veya tekrar edilen bir biçimlendirme yapar. Bu anlamda her ikisi de aynı malzemeyi ele alıp ona şekil vermesine karşın sadece heykeltıraş güzel sanatlar alanında eser veren bir sanatçıdır. Marangoz ise bir zanaatkardır, tıpkı bir boyacı ve demirci gibi.

GÜZEL SANATLAR

PLASTİK (Görsel) SANATLAR (Maddeye Biçim Veren Sanatlar)
  • Resim
  • Heykel
  • Mimari
  • Kabartma
  • Hat
  • Tezhip
  • Minyatür
FONETİK (İşitsel) SANATLAR (Sese, Söze Biçim Veren Sanatlar)
  • Edebiyat
  • Müzik
RİTMİK (DramatikK) SANATLAR (Harekete Biçim Veren Sanatlar)
  • Tiyatro
  • Bale
  • Dans
  • Opera
  • Sinema
Ayrıca bakınız -> Güzel Sanatların Sınıflandırılması
Ritmik sanatların çoğunda fonetik öğeler de görev alır. Söz gelimi tiyatro, edebiyattan ayrı düşünülemez; çünkü, "pandomim'l dışta tutarsak, bütün tiyatro türlerinin temelinde söz vardır; dolayısıyla her ne kadar tiyatro bu sanıflandırmada fonetik sanatların dışında ele alınsa da tiyatro metinleri, edebi metinler içinde değerlendirilir. Benzer durumlar bale, dans, opera ve sinema için de söz konusudur. Örneğin sözlerinin tümü ya da büyük bölümü şarkı olarak söylenen, müziğe uyarlanmış sahne yapıtı olan "opera"da müzik, edebiyat ve dans iç içedir. Bu nedenle bu tür sanatları "karma sanatlar" başlığı altında sınıflandırmak da mümkündür.
Edebiyatın malzemesinin dil, yani seslerden oluşan bir iletişim aracı olduğu göz önünde bulundurulduğunda edebiyatı fonetik sanatlar içinde ele almanın doğru olduğu da görülecektir.
Duygu, düşünce ve hayallerin dil aracılığıyla güzel, etkili ve belli bir şekil içerisinde anlatılması sanatına "edebiyat" denir.
Bir tarih, fizik, felsefe metni ile bir şiiri, romanı ya da hikayeyi karşılaştırdığımızda edebiyatın ne olduğunu daha iyi anlarız. Birinci tür metinlerde temel amacın bir konuya açıklık getirmek, herhangi bir konuda bilgi vermek olduğu görülecektir. Ama edebiyat eserlerindeki temel amaç, bir konuda bilinmeyenleri açıklamak değil, herhangi bir iletiyi dilin olanaklarından yararlanarak etkileyici ve güzel bir şekilde anlatmaktır. Edebiyat, edebiyatseverde estetik duygular uyandırır. Nasıl ki bir yağlı boya resim, bir heykel, bir şarkı, insanda güzel duygular uyandırırsa edebiyat da diğer güzel sanat eserleri gibi aynı amacı bir şiirle, bir öyküyle, bir romanla gerçekleştirir.
2. EDEBİYATIN, İNSANI KONU ALAN BİLİM DALLARIYLA İLİŞKİSİ
Tarih, psikoloji, sosyoloji, felsefe gibi alanlarla edebiyat arasında önemli bir ilişki vardır. Çünkü bunların hepsinin temelinde insanın duygu, düşünce ve davranışları bulunur. Bir romancı, kahramanlarının gerçekleştirdiği olayları anlatırken onların ruhsal durumlarını da ortaya koymak durumundadır. Bunları yapmazsa anlatacaklarının bir yönü eksik kalmış olur ki o zaman ortaya çıkan metin de uzunca bir gazete haberinden farksız olur. Bu anlamda romancı psikoloji biliminden yararlanabilir. İnsan davranışlarını iyi gözlemlemiş, psikoloji biliminden yararlanmış bir yazar, kişilerin ruhsal durumlarını yansıtmada daha başarılı olur. Bir romancı her ne kadar kişilik tahlilleri yapsa da sonuçta o bir edebiyatçıdır. Yani onun eseri bir bilimsel yapıt değil; bir sanat eseridir, bir edebi metindir.
Kişilerin suçluluk sendromu yaşamalarına ilişkin birçok psikolojik eser yani bilimsel metin vardır bugün elimizde; ama bunlardan herhalde hiçbiri bizi Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza"sındaki Raskolnikov'un işlediği cinayet karşısında yaşadığı ruh halinin anlatıldığı bölümler kadar etkilememiştir. İşte sanatçının, edebiyatçının başarısı buradadır.
Edebi metinler, onları okuyanlarda estetik bir haz uyandırarak kişileri etkilemeyi başarır. Benzer durumlar, saydığımız diğer bilim dalları için de söz konusudur. Yani bir edebiyatçının tarihten, sosyolojiden, felsefeden haberdar olmaması düşünülemez. Söz gelimi bir romancı, eserinde, yüzlerce yıl önce yaşadığı düşünülen bir Osmanlı denizcisinin maceralarını anlatmak için tarih ve coğrafyadan, sosyal çalkantıların yaşandığı dönemlerde yaşanan bir aşkı anlatmak için sosyolojiden, Ömer Hayyam gibi bir şahsiyetin yaşamını edebiyatın kurmaca dünyasına aktarmak için de felsefeden yararlanabilmelidir.
3. DİLİN İNSAN VE TOPLUM HAYATINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ
  • DİL
Dil insanlar arasında anlaşmayı sağlayan bir araç, kendi kanunları içerisinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık; milleti birleştiren, koruyan ve onun ortak malı olan, bin yıllar boyunca gelişerek meydana gelmiş sosyal bir kurum, seslerden örülmüş bir ağ, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış gizli bir antlaşmalar sistemidir.
İnsanlarla bütün ilişkilerimizde bize aracılık ederek sosyal bağlarımızı düzenleyen dil, hayatımızın her alanında varlığını hissettirir. Evde, okulda, sokakta, çarşıda, iş yerinde, kısaca her yerde onunla beraber yaşarız.
İnsan konuştuğu dili doğduğu günden itibaren hazır bulur; fakat dil, doğuştan bilinmez. Çocuk, ilk aylarda ağlamalar, taklitler ve birtakım hareketlerle çevresindekilere anlaşmaya çalışır. Zamanla, içinde yaşadığı toplumun dilini, yani ana dilini öğrenir. Daha sonra kulağına gelen seslerin belli kavramlara, hareketlere, varlıklara karşılık olduğunu anlamaya başlar. Dil insan benliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. İnsan zekasının, insanda sınırı çizilemeyen duygu ve düşünce yeteneğinin sonuçları, insanın kendi benliğinin dışına ancak dille aktarılabilir. Bu bakımdan dil ile düşünce iç içe geçmiş durumdadır. İnsan dil ile düşünür. Dilin gelişmesi düşünmeye, düşüncenin gelişmesi de dile bağlıdır. Çeşitli medeniyetlerin meydana getirilmesini sağlayan "düşünce", gelişmesini dile borçludur.
Dil her şeyden önce sosyal ve ulusal bir varlıktır. Bireylerin ötesinde, bir ulusu ilgilendirir. Bütün bir ulusun duygu ve düşünce hazinesi dille meydana getirilir. Bir ulusu ayakta tutan, bireyleri birbirine bağlayan, sosyal hayatı düzenleyen ve devam ettiren, ulusal bilinci besleyen bir unsur olarak dilin oynadığı rol çok büyüktür. Bağımsızlığın temeli ulusal bilinçtir. Ulusal bilincin en kuvvetli kaynağı ise dildir.
  • KÜLTÜR
Kültürün bugüne kadar pek çok tanımı yapılmıştır. Bu tanımlardan birkaçına göz atalım:
» Tarihin derinliklerinden süzülüp gelen; zamanın ve ihtiyaçların doğurduğu, şuurlu tercihlerle manalı ve zengin bir sentez oluşturan; sistemli ve sistemsiz şekilde nesilden nesle aktarılan; bu suretle her insanda mensubiyet duygusu, kimlik şuuru kazanılmasını sağlayan; insana çevreyi ve şartları değiştirme gücü veren; nesillerin yaşadıkları zamana ve geleceğe bakışları sırasında "geçmişe atıf" düşüncesini geliştiren inanışların, kabullenişlerin, yaşama şekillerinin bütününe kültür denir. (Sadık Kemal TURAL)
» Kültür bir toplumun yaşama tarzıdır. (C. WIESLER)
» Kültür denilince karşımıza bir yığın hadise çıkar. Bir toplumda, tabiatın dışında, insan elinden ve dilinden çıkma her şey kültür kavramı içerisine girer. (Mehmet KAPLAN)
» Kültür, bir topluluğu, bir milleti millet yapan, onu başka milletlerden ayıran hayat tezahürlerinin bütünüdür. Bu hayat tezahürleri her milletin kendine has olan millî değerleridir. (Muharrem ERGİN)
Görülüyor ki bütün tanımlarda millet ve milleti meydana getirme, fertler arasındaki ilişkiler, tabiata hakim olma, tarihi bağ gibi pek çok özellik kültür kavramıyla ilişkilendirilmektedir. O halde kültürü, milleti millet yapan maddî ve manevî (tinsel) değerlerin tümü şeklinde tanımlamak yanlış olmaz.
  • KÜLTÜRÜN UNSURLARI
Dil, kültür unsurlarının başında gelir. Çünkü dil olmadan öteki unsurların meydana gelmesi mümkün değildir. Her millet, yaşamı ve yaşam ötesini değişik şekillerde algılamış ve yorumlamıştır. Dil, bu algılayış ve yorumlayışın aktarılmasının en önemli yoludur. Dil için, kültüre ait bütün değerleri bünyesinde barındıran bir kültür hazinesidir, demek yanlış olmaz. Kültürü oluşturan diğer unsurların arasında din, gelenek ve görenekler, sanat ve dünya görüşüyle, tarih de önemli bir yere sahiptir.
  • KÜLTÜRÜN TAŞIYICISI OLARAK DİL
Kültür, varlığını kuşaktan kuşağa aktarılmasına borçludur. Bu aktarmada en önemli araç, kültür taşıyıcı eserlerdir. Bir şarkı, bir türkü, bir şiir, bir halk hikayesi bu anlamda büyük önem taşır. Saydığımız bütün bu ürünlerin hammaddesinin dil olduğu düşünüldüğünde dilin kültür taşımadaki vazgeçilmez işlevi daha iyi anlaşılacaktır.
Bir milletin tarihi, coğrafyası, değer ölçüleri, folkloru, müziği, edebiyatı, dünya görüşü, bilime katkısı ve millet olmayı gerçekleştiren her türlü ortak değeri; yüzyılların süzgecinden süzüle süzüle sözcüklerde, deyimlerde sembolleşerek dil hazinesine akıtılmakta, özünü orada saklamaktadır. Dil, millet denilen sosyal varlığı birleştirmekte, bireyler arasında duygu ve düşünce birliği oluşturmaktadır. Milletler duygu ve düşüncelerini yazıya geçirince daha sağlam bir birlik meydana getirir; çünkü yazı sayesinde duygu ve düşünceler hem zaman hem de mekân içinde geniş bir yayılma alanı bulur. Biz Orhun Yazıtları sayesinde bundan yaklaşık bin üç yüz yıl öncesi hakkında, Göktürklerin varlığı, sorunları, duygu ve düşünceleri hakkında fikir sahibi olabiliyoruz. Türklerin yöneticisi durumunda olan şahısların halkı muhatap kabul ederek onlara hitap ettiklerini, yaptıkları işleri halka anlattıklarını görüyoruz. Bir şair duygu ve düşüncelerini kendi milletinin fertlerine ancak dili ile ulaştırabilir.
Bir yazar, bir bilim adamı, bir devlet adamı, bir filozof, görüşlerini topluma dil aracılığıyla yayabilir. Milletimizin dünya görüşü Yunus Emre'nin ilahilerinde, Türk halkının bayrakta sembolleşen vatan sevgisi Mehmet Akif'in İstiklal Marşı'nda, İstanbul'un güzellikleri, İstanbul halkının gelenek ve görenekleri Yahya Kemal'in eserleriyle Hüseyin Rahmi veAhmet Hamdi Tanpınar'ın romanlarında, Anadolu insanının yaşayışı ve değer ölçüleri Yakup Kadri'nin eserlerinde sonsuzluğa taşınacaktır. Milletimizin gelenekleri, folkloru, yüzlerce yıllık hayat tecrübelerinin sonuçları, en özlü ifadesini atasözlerinde bulmuştur. Destanlar toplum hayatını derinden etkilemiş şahıs ve olayların efsaneleşerek günümüze kadar uzanmış canlı tablolarıdır.
Kaşgarlı Mahmut'un yazdığı "Dîvânü Lügati't Türk" olmasaydı o zamanki Türklerin yaşama şekilleri, dünya görüşleri, gelenek ve görenekleri, kullandıkları sözcükler, İslamiyet öncesi döneme ait sözlü ürünler, tarihin derinliklerinde bir sır olarak kalacak, bu da kültürün aktarılmasındaki önemli bir köprünün yıkılması anlamına gelecekti.
Dilin kültür taşıyıcılık işlevi sadece bizim milletimiz için söz konusu değildir. Bugün millet dediğimiz ne kadar çok sosyal topluluk varsa o kadar da milli kültür vardır. Onların kültürlerinin oluşmasında ve yeni nesillere aktarılmasında yine en büyük görev, kendi dillerine düşmektedir.
4. METİN
Bir yazıyı biçim, anlatım ve noktalama özellikleriyle oluşturan sözcüklerin bütününe "metin" denir. Her metin, bir ileti taşır ve o ileti, metnin bütünlüğü içinde verilir. Bu ileti birbirine anlam ve şekilce bağlı cümleler aracılığıyla oluşturulur. Sözcükler nasıl ki ancak belli bir söz dizimi içinde yerli yerinde kullanıldığında cümle bir anlam kazanıyor ve iletiyi eksiksiz bir şekilde karşı tarafa ulaştırıyorsa aynı durum metinler için de söz konusudur. Cümle için sözcükler ne kadar önemliyse metin için de cümleler o kadar önemlidir.
5. EDEBİ METİN
Metinlerden bir kısmı öğretmek, bilgilendirmek, bir kısmı da sanatsal zevk uyandırmak için yazılır. Bu bakış açısıyla şu iki metni değerlendirelim:
3765 km2 alanı ile Türkiye'nin en büyük gölü olan Van Gölü, oluşum açısından tektonik ve volkanik bir set gölüdür. Deniz seviyesinden yüksekliği 1700 metredir, derinliği 100 metreyi aşmaktadır. Van Gölü üzerinde TatvanVan arasında feribot seferleri yapılmaktadır. Göçmen kuşların önemli ya 5 sam alanlarından olan sodalı Van Gölü'nde inci kefali olarak bilinen bir balık türü de yaşamaktadır.
Turna katarları geçiyordu gölün üstünden, gölgeleri maviye dönüşerek. Van Gölü, günün her anında bir renk cümbüşünde yunup arınıyordu. Bir bakmışsın, göl bir anda som turuncuya kesmiş. Bir bakmışsın, gölün ucundan bir mor şimşeği girmiş, bütün gölü som mora boyayarak öteki ucundan çıkmış, ak köpüklü dalgalarla bütün gölü süsleyerek.
Görüldüğü gibi her iki metnin konusu da Van Gölü'dür. İki metin de birbirine anlam ve biçimce sıkı sıkıya bağlı cümlelerden oluşmuştur. Fakat bu metinlerin iletileri birbirinden farklıdır. İlk metin öğreticilik amacıyla yazılmış, bu anlamda sözcükler ilk anlamlarıyla kullanılmış, kanıtlanabilir (nesnel) yargılar verilmiştir. İkinci metin ise gerçek dünyadan esinlenerek oluşturulmuş sanatsal bir dünyadan yani kurmacadan izler taşır. Çünkü bu metinde sözcükler ilk anlamlarından uzaklaşarak yan ve mecaz anlamlarda kullanılmış, insan dışındaki varlıklara insansı özellikler verilmiş, sözcüklerin çağrışım güçlerinden yararlanılarak düşsel bir ortam oluşturulmuştur. Başka bir kişi Van Gölü ile ilgili olarak aynı şeyleri dile getirmeyebilir. Yani bu metin, kişisel bakış açısını yansıtan öznel yargılarla meydana getirilmiştir. İkinci metinle ilgili olarak saydığımız bu özellikler aynı zamanda edebi metinlerin de genel özellikleridir. Edebi metinlerde kullanılan dil her ne kadar genel özellikler taşısa, halkın büyük çoğunluğu tarafından ilk anlamlarıyla kullanılan sözcüklerden oluşan bir dil olsa da aslında her başarılı edebi metinde adeta yeniden yaratılan bir dil kullanılır.
Edebiyatçı, sözcükleri dilin genel kullanımındaki anlamlarından uzaklaştırır, dış dünyadan aldığı gerçekliği kendi iç dünyası, birikimi, duygu ve düşünceleriyle yeniden oluşturur. Onun yazdığı metin her ne kadar bu dünyayı anlatsa da aslında bir kurmacadır. Onun amacı öğretmek değil; sezdirmek, hissettirmek, çağrıştırmaktır. Böyle olduğu için de her edebi metin, herkeste farklı çağrışımlar uyandırabilir, herkese ayrı şeyler hissettirebilir. Hatta aynı metni farklı zamanlarda okuyan bir kişi o metinden ayrı ayrı tatlar alabilir. Metni oluşturan sözcükler yeni anlamlar kazanabilir okuyucunun hayal dünyasında. Bunda en önemli pay hiç kuşkusuz bağlam, yani okuyucunun o metni okuduğu zamandaki durumudur. Bu durum yaş, o anki ekonomik durum, sosyal ve psikolojik şartlar gibi değişkenlere bağlı olarak değiştikçe okuyucunun metinle ilişki durumu (bağlam) da değişecektir. Örneğin Cahit Sıtkı Tarancf nın Otuz Beş Yaş adlı şiirini yirmi, otuz beş ve yetmiş yaşında okuyan bir kişinin o şiirden alacağı tatlar, o şiiri okuduğunda hissedecekleri de farklı olacaktır.
İnsanoğlu çağlar boyunca kendini ve doğayı ya anlatarak ya göstererek ya da coşku ile dile getirerek ifade etmiş; bu ifade edişte de edebi metinleri kullanmıştır. Edebi metinlerde bu anlatım tarzlarının kullanılmasına bağlı olarak çeşitli edebi türler ortaya çıkmıştır. Anlatma ile destandan modern romana kadar oluşan metinler, gösterme ile ilk tiyatro denemelerinden günümüze kadar gerçekleşen tiyatro metinleri, coşku ile dile getirme ile de her türlü şiir ortaya konmuştur.
6. EDEBİYAT VE GERÇEKLİK
Edebiyatın merkezinde insanın insanla ve insanın doğayla ilişkisi vardır. Ama bu ilişki daha önce de belirttiğimiz gibi dış dünyanın somut gerçekliğiyle değil; sanatın, edebiyatın kendine özgü gerçekliğiyle dile getirilir. İşte bu gerçeklik bir kurmacadır. Bu kurmacayı oluşturan, bir anlamda dış dünyadan aldıklarıyla kendi düş ve düşünce dünyasında dünyayı, hayatı yeniden yaratan ve bunu da yazdığı esere aktararak somutlaştıran edebiyatçı, eserin yazıldığı dönemin her türlü özelliğinden yani gerçeklerden yararlanabilir. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun son günlerinde bir konakta yaşanan olayların anlatıldığı bir romanda o günlerin zevklerinden, aile yaşamından, giyim kuşamından, mimarisinden, insan ilişkilerinden, kısaca o günün gerçeklerinden izler bulmak mümkündür. Halit Ziya'nın "Aşkı Memnu" adlı eseri bunun en belirgin kanıtıdır. Ama o roman, bu yönüyle bir tarih ya da sosyoloji kitabından çok farklıdır; çünkü yazar tüm bu gerçekleri edebiyatın kendine özgü dünyasında yeniden kotarmış ve ortaya bir edebiyat klasiği çıkarmayı bilmiştir.
Bilim ve teknoloji ilerledikçe edebiyat da asıl işlevini kaybetmeden bundan etkilenmiştir. Bilim-kurgu romanları ve polisiye romanlar bunun en tipik örnekleridir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder